30 Mart 2010 Salı

çakmak çakmak

vakti evvel yine. birkaç arkadaş toplandık, pes oynadık. saat pescinin pes dediği vakte kadar geldi. yaka paça dışarı çıktık. lakin bi zorlama yoktu, yakamızla paçamızı seviyoruz sadece, onları orada bırakmak manasız geldi. sonra 'son otübüs gaçmasın lan' dedi, içlerinden biri. içimizden biri. halkın sesine kulak verdi bazılarımız. çil yavrusu gibi dağıldılar. üç kişi kaldık. ben, o ve öbürü. beşiktaşta aldık biraları, sahille damıtılmış bir yere geçtik, nefes alışlarımıza nefesaşırı bira ekledik. kah güldük, kah kaha attık. sonra saat 3buçuk gibi, öbürü, 'evim yakın lan benim, uykum geldi lan benim, gidiyorum lan ben' benzeri cümleler kurmaya başladı. kafasına gazeteyle vurduk. şş uslu ol oğlum, git kumuna işe falan dedik. işine gelmemiş olacak, evine gitti. hava soğuktu, öbürü haklıydı evine gitmekte.

gece vakti hava git gide daha da soğuyor olum. insan herşeyin zamanla düzeleceğine inandırılmışlığına pek kallavi sövebiliyor şakira kıvamında titrek bir göte sahipken. derken 'o' da mızıkçılığa başladı, 'hava çok soğudu, zaten biralar bitti, evim çok yakın değil ama taksiyle giderim ki, param var lan benim' benzeri cümleler kurdu. çok hızlı bir hareketle cebimdeki iki 20liği kıvırıp bunun burnuna soktum. 'hayatın para olmuş, maddiyat olmuş gudik' dedim. 'artık aldığın her nefeste neyin esiri olduğunu bileceksin' diye de üsteledim. bu ipne paraları alıp, köşedeki taksiye bindi ve kaçtı. tek başıma kalakalmıştım o antarktikadan bozma gece havasında. arada esen rüzgarın yüzüme çarpan dalgaları, ingiliz anahtarıymışçasına yüzümü morartıyordu.

yapacak başka birşey olmadığından, otobüs durağına gittim. benim oradaki banka oturduğum sıralarda biliyordum ki o adriana limaymışçasına beklediğim otobüsün şöförü kıllı götünü bir o yana bir bu yana ataraktan rem uykusunun mına koyuyordu adeta. dediğim gibi, yapacak birşey yoktu. ve ben bu yapacak hiçbirşeyliğin ortasında götümün benden bağımsız bir uzuv ülkesi kurmasına şahit oldum. sanki o banka ben oturmuyordum. bankın üstünde benim eski götüm oturuyor, ben de onun üstünde oturuyordum. kalkmaya korkar oldum, sanki artık hiç kaka yapamayacakmışım gibi hissettim. hani beyin, insan çok boktan durumdaysa koruma moduna geçiyor ya, benimkisinin skinde değil valla, resmen kalkma ayağa da don geber orada diye sinyaller gönderiyor bana. gerçi sanki iki beynim var aq nereye gönderecek sinyali. neyse ben üşümekten bitap bi halde ne yapsam diye düşünürken bi sigara yaktım. sonra bi led yandı kafamın üstünde. hava soğuk ulan, enerjimi kalmış ampül yakacak fikrim. ben neden çakmakla ısınmıyorum lan dedim. çıkardım edevatı, dedim ilk neremi ısıtsam. bildiğiniz üzere çakmak, üzerinizdeki elbiseleri tutuşturmadığınız sürece kısıtlı bir alana ısısını verebilen bir bilgisayardır.? önce karnımın gurultusunu yanan çıra sesine benzetmemden dolayı göbeğimi ısıtayım dedim. yaktım çakmağı, sanki saç kurutma makinasıyla kafamı kurutur gibi bir bölgeyi yakmasın diye göbeğimde gezdirdim. uzaktan biri baksa aha ayin yapıyo satanist diye dalardı valla bana. keşke dalsaydı lan. dayak ısınmanın en samimi yolu olum. ağzıma ağzıma vur derdim. hatta daha hırslansın diye de arada anne eş söverdim. kısmet. derken diğer uzuvlarımı da yavaştan ısıtmaya koyuldum ben. kısa sürede mucize etkisi yaratan çakmak aslen placebonun bir köyündenmiş onu anladım. bu devirde hiçbi skime güven olmuyor. sonra ben yarı uyku moduna geçmişim. hani şu televizyon karşısında elde kumanda kalınır ya, gözler kapalı bi halde bile düşmez o kumanda. ama uyanınca pat diye düşer. ya da düşünce uyanır insan, ne biliyim lan işte. ben de dalmışım, dalarken de o çakmağı düşmesin diye sıkıca tutyorum. bi an da acıyla uyandım. en fazla beş dakika falan kendimden geçmişim ama sağ elimin baş ve işaret parmağı çoktan kendilerine kolombiya pasaportu almışlar bile. parmaklarım biraz haddinden büyük olsa sosis tava sanıp dişlerdim yemin ediyorum. o acıyla uyku ve soğuğu unuttum birden. keşke aklıma daha önce gelseymiş dedim. ama işte bi yerini kesmek falan daha mantıklı, o dayanılır bi acı oluyor buna nispeten. yanık acısı ise daha ibrahim tatlıses kıvamında bir dayanılmazlığa sahip.

otobüsün geleceği aklımdan çıkmışken otobüs geldi(ibne murphy). ben bir hışımla daldım içeri, sittir oldum gittim evime. iki gün boyunca hiç ısınamadım. üstüme ne giydiysem sıcak basmadı. hasta da olamadım. öyle aşırı halsiz, oda sıcaklığının altında bir karakterle dolandım evde. yapmayın olm siz böyle şeyler. yanınıza bi hırka falan alın. bütün parayı biraya vermeyin de gidin taksiye binin. aklıma geldikçe üşüyorum. gerçi bunu yaz boyu aklıma getirip yeni nesil bir mental klima yapma fikri de fena değil. bi ara deneyeyim ben bunu.

yeni kesilmiş bıyık kokusu

berberim bu sıralar kafası güzel geziyor saolsun. her traşa gidişte hop oturup hop kalkıyorum, bi yerimi kesecek diye. tabi ben öyle kanguru gibi zıplayınca da ister istemez kesiyor oramı buramı. sonra suçu bana atıyor haliyle ben de tekrar oraya gitmek zorunda kalıyorum. ne boktan bir döngüye girdim lan ben.

yanına son gittiğimde, bir yandan çay bardağına koyduğu rakısını yudumlayıp bir yandan da bana o süpermen pelerini kılıklı şeyi tersten giydiriken, andycim bence senin sakalları yakalım biz dedi. oha dedim hemen, sen benim sosyomat nikimi nerden biliyosun lan dedim. salak dedi, sen şimdi blogda öyle yazıyosun aslında ben sana normal adınla hitap etmiştim orada dedi. doğru dedim amına koyim kafam karışık bu sıralar kusuruma bakma. önemli değil dedi, sen uzatmada biz şu sakalları yakalım mı ne dersin dedi. ya bi siktir git çay koy lan dedim, eline almışın ince belliyi, içinde rakı, ağzımızı yüzümüzü yakcan. sonra dedi biz niye senle böyle çoğul konuşuyoruz lan dedi. hay amına koyim ya dedim, hepi topu bi sakal kescen hayvan herif, bırak şu manasız tespitleri de işini yap.

bu önce benim ağzımı yüzümü noel baba kıvamına gelinceye kadar köpükledi, sonra aldı eline usturayı kesmeye başladı sakallarımı. tedirgin olsam da yine de koyverdim kendimi, ne olursa olsun artık bari bi daha gelmemeye bahane çıkarırım diye düşündüm. ama beklentilerimin aksine baya baya cillop gibi bir sıfatla çıkageldim aynaya. vaay, çaak şerefe, diyerek elimdeki ince belli rakıyı onunkisi ile tokuşturdum. ne ara içmeye başlamıştım bilmiyorum. ama önemli değil, bir nevi kutlama yapıyor gibiydik. bi tene daha koyim mi lan dedi, yok dedim işim var gidicem, borcum ne kadar onu söyle dedim. dur olum daha bitmediki traşın dedi. daha nası bitcek lan, derimi mi kazıyacan dedim. yok olum dedi, en güzel traşa ne denir dedi. sinek kaydı dedim, helecanlı bi öğrenci kıvamında. aferim dedi. peki dedi senin bu sıfatında sinekler kayabilir mi dedi. ne bileyim abi dedim, bu işin ustası sensin. sen daha iyi bilirsin falan. herif rakıma ne kattıysa bir anda beni o olmayan karizmasının altında ezmeye, gözümde büyümeye başlamıştı. o an dese ki andy git şu camdan atla, atlardım valla, birinci kattayız ne olacak anasını satayım.

neyse, dedi ki senin bu sıfatta şu an sinek kaymaz andy, tökezler, ayağı takılır, yokuş aşşağı koşamaz, tamam üstün becerilerimle bebek poposu kıvamına getirdik cildini lakin sen hiç poposunda sinek kaydıran bir bebekle ilgili atasözü duydun mu dedi. yok dedim. yok tabi dedi, yok, çünkü bu mimkin değil, formülde eksik bir parça var ve norveçli bilim adamları, lanet olası balıkçılarının ellerininden inanılmaz bir yağ ürettiler. bilirsin ki ben pandik atılmaktan hoşlanmayan bir insanım andy. ama eğer bir gün bana birisi pandik atacak olursa onun norveçli bir balıkçı olmasını dilerim dedi. vay amına koyim dedim. öyle dedi. şimdi sana bu öpülesi hatta yalanası ellerden üretilmiş yağı süreceğim ve artık istanbulun bütün sinekleri senin suratında kaymak için sıraya girecekler. eğer akıllı davranırsan bundan para kazanabilir, sinequa park açabilirsin dedi. sonra biz günde kaç sinek gelir her birinde bi milyon alsak falan gibi hesaplamalara dalıp, uyuduk.

getir götür çocuğu

doğanın dengesiyle oynamak gibi olmasın da, ben bu çocuk yapma işinde farklı amaçlar güdülmesi taraftarı olmaya başladım. bunda fenerbahçenin bu sezonki kötü performansının bir etkisi var mı, bilemiyorum.

geçen gün dexter da yapıyordu. madem kendisi örnek aldığım bir insan, ben de yapayım. çocuk sahibi olmanın artıları ve eksilerini inceleyelim.

şimdi bu salaklar küçükken epey tatlı oluyor, insanın öpesi, mıncıklayası, ağzını gözünü buruşturası geliyor. doğru. ama aynı zevki kedi besleyerek, köpek mıncıklayarak da alabiliriz. bu da doğru.

bunlar sıçan yaratıklar bildiğiniz gibi. ama götlerinin ayarı yok. bunların boku geldiği gibi gidiyor. yok efendim biraz sıkayım, biraz yüzümü buruşturayıma gelemiyorlar. içlerinden geldiği gibi davranıp, spontane bir hayat sürüyorlar. insan kıskanıyor.

e bir sürü masrafları ve üzerlerine harcamak gereken zaman ihtiyaçları oluyor. konuşmayı öğret, yürümeyi öğret, zamanla ağda yapmayı, etek traşını, normal traşı, yeter lan artık kes traşı yı öğretmek icab ediyor. öğrenmemesi gereken şeyleri de siz farkında olmadan öğreniyorlar. siz buna konuşmayı öğretin yarın bu gelsin 'baba pesevemg' desin. sensin pezevenk hayvan oğlusu. babaya öyle denir mi?

sonrasında okul derdi, sünnet derdi, muayyen gün derdi, kıl derdi, yün derdi derken ne oluyor? yaşlanıyoruz. elde ne var? habire size karşı gelen, ne deseniz yapmayan bir adet gerizekalı. ne gerek var?

istiyorum ki böyle çok karışık meşakkatli uğraşlara gark olmayalım. bunları bi alete bağlayalım doğunca. böyle ışıklı mışıklı, garip sesler çıkaran bi alet olsun. bu haytalar 5 yaşına gelene kadar bu alet onları büyütsün, beyinlerini yıkasın, metabolizmalarını değiştirsin. beş yaşındayken biz bu veletleri alalım. artık iki hafta da bir yemek yiyen. yıkanmasa da kokmayan. git şu duvarın dibinde bekle lan diyince yapan moronlar olsunlar. ve biz bunları asıl yapış amacımız olan getir götür işlerinde kullanalım. mesela git lan bakkaldan ekmekle sigara al veya git lan televizyonun kumandasını getir gibi. sonra 15 yaşına falan gelince bunları belediyeye bağışlayalım, biz yenisi yapalım. belediye de işlerinde gönüllerince kullansın bunları. tabi bi de kısırlaştırmak gerek. sonra bunlar birbirleriyle çiftleşirse mevzu iyice boka sarar, ortalık bunlardan geçilmez. neyse artık, o kısımı sonra düşünürüm daha bakkala gidecem.

kuruluk hayal

göbekte pamuk birikmeyen bir dünya istiyorum. ayakların kaşınmadığı, tırnakların aşınmadığı, aşkların taşınmadığı bir dünya. severek ayrılanların kendi aralarında çocuk yapmalarına olanak veren, söverek tanımlanan taraftarın hakemlerin annelerine çiçek verdiği bir dünya. kravat takmanın zorunlu olduğu, patronu takmamanın sorunsuz olduğu, baklava tatmamanın imkansız olduğu bir dünya. öyle bir dünya ki, orada çocuklar öğle tatillerinde iskender yiyecek, sucuklar kahvaltı masalarında dile gelecek, gocuklar insanları giyecek. göz yaşını damacanayla satın alabildiğimiz, kötü sözlerimizi amacıyla geri alabildiğimiz, ekmeklerimizi poşediyle satabileceğimiz bir dünya. neden olmasın lan, neden?

viski kahve

yeniden başlamak için başka bir şehir gerek midir? göze tezahür eden manzarayı değiştirmek geçiştirir mi yaşanmışların sızılarını? yoksa bakış açısı mıdır değişmesi gereken. aynı kelimelerle başka cümleler kurulabileceğini farketmek. aynı insanları başka tanımak. aynı kadınlara başka aşklar olmak. eski şarkılarda yeni sesler duymak. nasıl olacaktır ki bu? neden olsundur ki? hangi amaca yönelik bir motivasyona sahip olmak gerek ki bu yeni gözlere sahip olmak için. evet, yeni gözler gerek. yeni sözler, yeni aşklar, yeni şarkılar. ama bunları eski gözlerle, eski sözlerde, eski aşklarda, eski şarkılarda yeniden bulmak gerek. sevmek gerek en çok da, gözlerini. sana gösterebildiklerini. görme ihtimallerini.

barfiks, çekilir dert değil.(fitness ve fesat)

uzay mekiği çekmek için nasanın şınavlarına hazırlanan cevdet, dersanenin vermiş olduğu testlerdeki bir soruya takılıp düştü.

gözünü hastanede açan cevdet, yanındaki hasta bakıcıya 'ne bakıyon lan' dedi. sinirlenen hasta bakıcı, cevdet yesin diye getirdiği tabldotu yataktan uzaklaştırırken 'aç kal da, aklın başına gelsin cevat' dedi. isminin yanlış söylenmesine sinirlenen cevdet,hasta bakıcıya 'ufak at da civcivler yesin hemşire hanım' diye cevap verdi. fakat o sırada hasta bakıcı odadan çıkmış olduğundan cevdeti duymadı. buna da sinirlenen cevdet, yemeğe uzanayım derken, hastanenin ona taktığı seruma takılıp düştü.

gözünü sınavda açan cevdet, farketti ki son sorudaydı. daha önceki soruların hepsi yapılmış, geriye sadece bu soru kalmıştı. bunu bilebilirse o bok varmış gibi çok isteği nasasına kavuşabilir, artık derslerini onun üstünde yapabilirdi. annesigil çok üstelemişti halbuki, oğlum masayı burositten alalım diye ancak cevdet kulağındaki duyma problemlerinden kelli olacak, nasasını kendi kazanmak istiyordu. hatta yeterince iyi bir şınav süreci geçirirse, tekerlekli sandelet bile verirler diye aklından geçiriyordu.

hep o televizyonda gördüğü sıtefın havkink şerefsizi yüzünden başına geliyordu bunlar. okuldan geldiğinde tv de kadın programları izlemesin diye ailesi bunun beynine beynine neşınıl cografik olsun, diskavıri çenıl olsun vermişlerdi. aslen moronyanın bir ilçesinden olan cevdet de bu ani bilgi birikimi beyninde koyacak yer bulamamış, keratanın beyninin pekmezi akmış, yazıklar olmuştu.

son soruyu kafasından atan cevdet, midesinde garip bir karıncalanma hissetti. evet, aşktı bu. ama etrafta kimsecikler yoktu. kime, nasıl aşık olmuştu. kafası karıştı. intihar etmek istedi. candan atladı, muhittin onu düşmeden yakaladı. 'aman tanrım' dedi. uzun eşşek olmuştu.

iyi saatte olsunlar: alarm neyim.

yeniden 13 yaşında olsam. evden kaçmaya karar versem. evde ne kadar para pul varsa alsam. sonra babamın arabasını çalsam. araba sürmeyi kaçarken öğrensem. hatta tam arabaya bindiğimde, babam camdan beni görüp yakalamak için atılsa. o, apartmandan inip arabanın yanına gelene kadar ki 3 dakika 14 saniyede arabayı çalıştırıp, iteleyerek soktuğu, yanında bir götümlük bir yer bile bırakmadığı park yerinden çıkarsam. sonra tırsıp ikinci viteste 50 km. yol yapsam. arabanın motoru su kaynatsa. oturup beraber çay içsek. hayallerimizden bahsedip, eski aşk hikayelerimizi kahkalar eşiliğinde anlatsak. sonra yola devam etsem.

üçüncü viteste bir 50 km. daha yol yapsam. bu sefer araba su kaynatma işine su koyverse. ben arabadan inip koşmaya başlasam.

4. nalda bir 50 km. daha yol yapsam. sonra bu yaptığım yollar için başbakan beni arayıp tebrik etse, ben onu açılışa davet etsem. kendim gitmesem. sonra bir araba çalsam.

onunla da beşinci viteste bir 50 km. daha gitsem. birine 100km hızla çarpsam. camı açıp, 'pardon' desem. o da 'siktir et, olur böyle şeyler' dese. sonra geri vitesle bir 200km. yol yapsam, başladığım noktaya dönsem. çaldığım araba delorian olmuş olsa. aslında hiç evden kaçmamış olsam. uykum gelse. uyansam.

mezar mahsülleri ofisi

şu sıralar six feet underı izliyorum da, bugün bizim evin yanındaki bakkal fuat amcaya sordum, şimdi ölsem bana kaça patlar diye. aslında o arada aldığım sodayla gazetenin parasını hiç ederim belki konu kaynar diye düşündüm ama herifte o göz yok. aldı parasını.

en kötü10 milyar tutar dedi. yeni parayla 10bin lira, yada eski para yeni para siktiredelim, 8000000 japon yenine tekabül ediyor bu meret. ulan benim dirim o kadar etmez ki. sanki mezarlık arazisini boğaza karşı alıyorum, kefenimi versace dikiyor. gtüme de pamuk tıkmak yerine pamuk prensesi tıkıyorlar sanki. bu ne lan. bu kadar pahalı olur mu? ölmek suç mu lan?

bu yaşlıların kefen parası biriktiriyorum dedikleri şey buymuş. ben de sanıyorum ki ikiyüz üçyüz milyon biriktiriyorlar. yeni parayla iki yüz üçyüz lira, yada eski para yeni para siktiredelim 250000 japon yeni falan. hayır yaşlılar ya bide bunlarda para olmaz sanıyosun. banka falan soymaya gerek yok, gir darülacezeye terör estir torununa kadar kurtar geleceğini. olacak iş değil.

ben istemiyorum anam. bana 50 cmkarelik bi alan alsınlar, tabuta kefene de gerek yok. ölürken ne varsa üstümde onla gömsünler. eğer elbise gerektirmeyen birşey yaparken ölmüşsem ki o zaman buna zevkten ölmek diyebiliriz, o zaman sevdiğim bi eski tişörtüm vardı kemal bilir bi onu giydirin bi de siyah şortumu. dona falan gerek yok. essin püfür püfür, zaten öğrendim ki ölüler de sıçabiliyormuş, don kirlenmesin, paçadan ağır ağır aksın. iğrenç tabi, ama pamuğun da bir sebebi var, boşa mı tıpa takıyorlar. şampanya mısın lan sen? ediyorsun işte altına. yıllarca ağzına ediyorlar sonra geberip bide kendi mezarına ediyorsun. bkunda çürüyorsun. olacak iş değil, yakın lan beni, vazgeçtim. krematoryum felan istemem. mangal kömürü olacak az bşey bodrumda. onla yakın. külümü falan da savurmayın biyerlere. birisinin ağzına gözüne kaçacak sonra öbür tarafta ben yapmış olacam. hem cehennem falan varsa antreman olur, ısınmış giderim.

miras değil, alın terrier

geçmiş zamanlara öykünüp, ah nerede o eski bayramlar veya insan aynı apartmanda oturuyor ama adını bile bilmiyor komşularının demelerinin anlamı benim için şu dakkada bitmiştir. eskiden de demezdim ama şu evde internetsiz geçirdiğim son bir haftada an itibariyle wireless ına kurban olduğum bir komşumu sömürmekte, bundan acayip keyif almaktayım.
hayır saniyede 10mb. la download falan yapamıyorum ne yazık ki, hatta explolerın google ı açması bile ömürden giden zamanı düşünmeye itiyor beni ama yine de kendimi hem suçlu hemde suçsuz hissetmemi sağlıyor bu durum, telekom topsun olm. gerçi bu bağlantıda onlardan geliyordur ya, olsun.

o sözü edilen eski zamanlarda olsa idik, ben şimdi bu wireless kimin falan bilecektim. aa nurettin amca yatmamış bak interneti açık hala gibi gereksiz bilgilerle yanımdakilerin kulaklarını boş yere kullanmalarına neden olacaktım. internetini kullanmaksa aklıma bile gelmeyecekti, o denli dürüst olacaktım. hayır sanki eski zamanlarda kimse yanlış bir şey yapmıyor, peygamber gibi dolaşıyorlardı. yok ulan öyle bişey tabi, ama biraz da olsa vicdani rahatsızlık yaşardım. şimdi götü açıkta kalana tekme atmak bir başarı ölçüsü bir statü gösterisi olduğundan bu durum keyif veriyor. ne güzel.

ben bu durumdan çok memnun olduğum şu dakikalarda(memnun olacak fazla şey bulamıyorum bu sıralar, bkunu çıkarmam gerek) bir fikir şeyetmek istiyorum.

artık yeni yapılan evlerin girişleri çıkışları farklı yerlerden olsun. 10 dairelik bir apartmansa 10 adet ayrı apartman kapısı, 10 adet ayrı merdiven/asansör olsun. kimse kimseyle karşılaşmasın, kimse kimseye meraba deyip, hal hatır sormak zorunda kalmasın. mehmet bey evdeler mi diye bir soruyla muhattab olmalayım çünkü biz hayatımızda mehmet bey görmemiş olalım.
tabi bu durumun da kendine göre dezavantajları olacak, evde bişey bitince gidip komşudan isteme şansızmız kalmayacak. o zaman da herkes önceden istifini yapsın kardeşim. zaten ya şeker ya kahve istiyosunuz komşudan, alın önceden 50şer kilo, sorun kalmasın. yada içmeyin kahve, n'olacak.
hem bu sayede bayramlarda civar çocuları da apartmana dalıp herkesin zilini parmaklamamış olacak, bir şeker için on ayrı kapıyı çalıp, 10 ayrı daireye çıkmak ister istemez bir performans düşüklüğü, bir motivasyon kaybolmacası yaşatır haytalara. hatta zamanla bayramlar bile bitebilir, ne güzel.

aidat konusunda da avantajlı, kapıcı gelse dese aidat ver, sen hangi kapının cısısın lan deyip kovulabilir, yönetici kapı kapı kapıcı tutacak değil ya o da bir süre sonra koy gtüne gitsin ulan deyip elbiseleriyle duş alacak kıvama gelebilir, dellenebilir. sistem çökebilir. matrix falan.

içten sesler gurusu

kafamı ikiye bölmeyi çok severim ben. kullanışlı oluyor çoğu zaman. 'o ne demek lan' demeyin hemen. mesela bir gün önce çok keyifli birşey yaşamış olayım farzedelim. iki günlük gülümseme etkisine sahip bir mevzu olsun yaşadığım şey. ertesi günü de berbat birşey gelsin başıma. şimdi, o durumda güdücüğümün ortadan kaybolması gerekir. aslında beni mutlu eden şeyi ölçebilecek bir ölçü birimi olsa; mesela ona gudik diyelim. bir gün evvelki mutluluğum 3 gudik birim olsun. ertesi günkü mutsuzluğum da -2 gudik birim olsun. normalde total olarak yüzümde bir gülümseme olması gerekiyor lakin negatif gudiklikte yaşamış olduğum şey sonradan başıma geldiği için analitik gudiklik eğrim boynunu eğiyor ve güdücüğüm ortadan kayboluyor. güdücük burda l harfinin ameliyatla cinsiyet değiştirmesi ve d haline gelmesine değil, gülmek için gereken kas kontağını çalıştırmaya yarayan güdülerimi işaret ediyor. yada ben öyle sanıyorum, fark etmez.

kafayı ikiye bölmek diye, adeta orta çağdan dikey geçişle gelmiş bir giyotine benzeyen anlatım şeklimin, bu tür durumlardaki görevi, mutsuzluğu bastırıp mutluluğa olması gerektiği kadar yer açması durumu. aslında bu bölme işlemi objektif çalışıyor diyebilirim. şöyle ki: gudik birimi ile değerlendirilebilecek ilk yaşadığım şey negatifse de sonradan gelen pozitif duyguları bir kenara atıp her ne yaşadıysam onu gerektiği kadar hissetmem için zaman sağlıyor. yani tv de süper bir program izlerken reklam arasında kanal değiştirip cinnet geçiren babanın durumuna üzülmüyorum. önce seviniyor sonra güdücüğüm bitince üzülmeye başlıyorum. bir nevi tivo işte. bence herkes kendisinin tivosudur. yada değildir, gibi.

simit tipi ekonomi

ilk okula başladığım günün sabahında, babam bana normalde vermediği miktarda, yaşıma göre giydiğim pantolonun cebine mecazen sığmayacak ölçüde, bir harçlık vermişti. ilk gününde insanın kendine güven duygusuna sahip olması açısından pratikte işe yarar bir hareket olsa da uzun vadede nüfus cüzdanının din hanesine para yazdıracak kadar tehlikeli bir yaklaşımdı. neyse ki zengin falan değildik, kurtardım paçayı(neyden kurtardıysam artık)

istiklal marşı ve yaklaşık 10 dakikalık eğitim öğretim sözcükleriyle dolu konuşmaları dinledikten sonra okulun kapısından sıra sıra içeri girdik. kapıdan girer girmez karşıdaki merdivenlerin hemen solundaki küçük kantin benzeri yapı dikkatimi çekti. aslında çok sağlam bir kahvaltı yapmamın üzerinden henüz yarım saat geçmişti ama cebimdeki paranın ağırlığı, sırtımda bir kambur gibi duruyor, kendimi serbest piyasa ekonomisine kurban olayım ulan şeklindeki telkinlerle dolduruyor, 'acaba simit burda kaç para ola ki? ne olacak lan, bi ton param var, bir sürü alırım ki.' diyerek içim içimi yiyordu. herkes sağına soluna bakıp, büyük ihtimalle ilk defa gördükleri okul binasını tanımaya çalışıyorlardı. ama ben sonradan adının aşır olduğunu öğreneceğim kantin görevlisinden gözümü ayırmıyor, yanına gittiğimde kuracağım cümlenin alıştırmasını yapıyordum.

paranın miktarını tam hatırlamıyorum ama kaç simit eder çok iyi hatırlıyorum. 10 simit liram vardı. simit kaç lira diye sordum aşır a, '1 simit lira' dedi. bende dedim, '10 simit liramın hepsiyle simit alacağım.' adam güldü, o kadar simiti ne yapacaksın, yiyemezsin dedi. bana bir tane simit verdi. sonra paramın üstünü vermedi. vermedi lan. kaç yıl oldu, unutamadım. vermedi. isteyemedim hiç. niyeyse utandım. ama hiç aklımdan gitmedi, kimseye de söyleyemedim. ilkokul 3te kooperatif kolu oldum. parayı ordan çıkartayım dedim ama enflasyon oranı, paranın şimdiki değeri kaç olur falan hesaplayamayınca vazgeçtim. aşır da öldü zaten iki üç yıl sonra. neyse, helal olsun ipneye ama uzun süre boyunca her simit alışımda bir teredüt yaşadım, acaba aynı kazığı bir daha yermiyim diye düşündüm. çoğu öğle aralarını çiziyle geçiştirdim onun yüzünden.

beni bir yerlerden duyuyorsan aşır bey, hiç hoş değildi yaptığın. çocukluğumu yiyordun az kaldı ben simit yiyeceğim derken. 9 simit lirası alacağım var senden. elbet görüşeceğiz.

gönül ister ki

ilkokul son sınıfa başladığımda, sınıfımıza gönül adında bir kız gelmişti, ebeveyn tayini aracılığıyla. o zamanlar aşk meşk mevzularında bir tek madonnayı kalbime yerleştirmiş, aile toplantılarında büyüyünce doktor olacağım, örtmen olacağım yerine madonnayla evleneceğim diyerek dolanıyordum.

okulun ilk günü, bu gönülle göz göze geldik. nasıl yaptım nasıl ettiysem bu kızı madonnaya benzettim. eve gidince anneme böyle böyle diye anlattım. annem de güya aklı başında telkinlerle beni madonnadan vazgeçirmeye çalışıyor o sıralar. hah dedi, 'bak işte kendine göre birini bulmuşsun, arkadaş olsanıza'. iyi dedim, ben biraz şu kızı süzeyim.
2 hafta filan ben gönülü iyice süzdüm. hareketlerinde madonnayla benzerlikler arıyorum, yürüyüşüne ses tonuna tozlar konduruyorum. sonra karar verdim ki bu kız benim madonnam olabilir.
cuma günkü son dersin bitiminde yanına gittim. elimde bahçeden kopardığım papatyalarla beraber. 'al' dedim, 'ne yapıcam ben bunları' dedi. 'fal bakarsın' dedim. 'tamam' dedi. döndüm gittim.

haftasonu annesine söylemiş, benim annemi bir yerden tanıyomuş kızın annesi, 'o çocuk senle arkadaş olmak istiyor bak ne güzel sana çiçek vermiş' demiş.

pazartesi sabahı bahçede toplanma sırasında yanıma geldi. bana bir kağıt verdi. baktım, kağıdın içine araba resmi çizmiş. deli karı. sınıfta biliyorlar beni arabaları çok seviyorum falan, küçük bir porshem vardı onu falan görmüş demek ki ona benzetmeye çalışmış. benimde nasıl hoşuma gittiyse, içeri girer girmez bunun yanına gitmeden, kapının ağzından gönül diye bağırdım. herkes sustu bana bakıyorlar, 'seni seviyorum' dedim. puhaha, şimdi nasıl komik geliyor ama çok ciddiydim. öyle bağırınca kendim korktum hemen tuvalete kaçtım. ders başlamadan geri geldim, bir de baktım ki kızcağız hönk hönk ağlıyor. arkadaşları yanıma geldiler falan, sen nasıl bizim arkadaşımızı seversin diyolar, bana kızıyorlar. ulan nefret etsem daha mı güzel olurdu yani. yok işte, nasıl anlatıcan.

o zamanlar filmlerde gördüğümüz, fakir elemanla zengin kızın ulaşılmaz aşkları, çevre sebepli karşılaştıkları baskılar, engellemeler ve elemanın bunların hepsine karşı başı dik duruşu falan, tüm duygularımı bu şekilde yönlendirmemi sağladı. artık sanki tüm dünya bizim kavuşmamızı istemiyormuş da ben buna karşı koycam temalı planlar yapıyorum.
küçük küçük notlar yazıyorum, teneffüslerde kızın kalem kutusuna koyuyorum kimse bakmazken. hepsinde seni seviyorum yazıyor altına da mahlas olarak papatya falı yazıyorum.

ben bir hafta kadar küçük notları yollamaya devam ettim. kimseye bişey söylemezse, anlıyacağım ki o da beni seviyor. sonra bir cuma akşamı okuldan dönüşte eve geldim, kalem kutumu açtım bir de baktım ki verdiğim tüm notlar kutunun içinde. arka taraflarına, o da, seni seviyorum yazmış, mahlas olarakta porje yazmış. muhaah. ben bunu görünce nasıl kötü oldum, nasıl ağlıyorum anlatamam. annem yanıma geldi ne oldu oğlum falan diyor bende ses yok.

ertesi gün bunların evin oralarda pusuya yattım. acayip görmek istiyorum onu. yarım saat falan bekledim baktım evden çıkıyor bu, ıslık çalayım da baksın istedim. denedim yok çalamıyorum, böyle pıssst vızzzt gibi sesler çıkıyor. yanına gitmeye korkuyorum annesi falan pencereden görür diye, yerden küçük taş aldım üstüne atmaya başladım. ama mesafe uzaktı baya, yetiştiremiyorum. iyi ki de yetiştiremiyorum, kızın kafasını yarıcam nerdeyse, nasıl bir arzuyla atıyorsam taşı, er ryan ı kurtarmaktaki sniper cı herif gibiyim. bu gitti bakkala, ekmeğini aldı, geri eve girdi. görmedi beni.
ben biraz daha bekledikten sonra sıkıldım, mahalleye gidip arkadaşlarla maç yaptık.

----2 hafta sonra----

10 gündür sürmüş olan sevgilikten usanan gönül(bu hem benim gönül, hemde sevgilim olan gönül) artıkın ayrılmak üzerine bahaneler yaratma çabasına girdik. o gün, parktayız. gönülü salıncakta sallıyorum.

-ya biraz daha hızlı salla
-tamam
-bana çikolata alsana
-biraz önce yedik ya çikolatayı
-yaa, beni sevmiyosun sen
-param yok param. sallıyom ya seni ne istiyon daha
-hızlı salla bari
-düşersin sonra, böyle iyi
-o zaman çiçek getir bana
-ne yapıcan
-sanane
-doğru konuş
-konuşmazsam ne olur
-sallamam
-banane, zaten hızlı sallayamıyon ki
-...(azına sıçtım senin şimdi)
-ya dur, yavaş
-...(hehe)
-yapma düşecem, ıığğğğ üğğğğ
-ağlama be, sen istedin
-ben memet aliyi seviyom seni değil.(sınıftaki düşmanım oluyo kendisi)
-bende zaten ayşeyi seviom
-iyi
-tamam
-...
-ben gidiyom o zaman
-biraz daha salla da öyle git, ama yavaş salla
-memet ali sallasın seni
-sende ayşenin yanına gidicen zaten
-hayır seni kızdırmak için yalan söyledim
-ben de.
-ihihih, seviyomusun beni
-evet, sen?
-ben de
-ehehe

böyle bir 2hafta daha sürdü salıncaklı aşk hikayemiz, sonra ben buna bir sınavda kopya vermedim diye ayrıldı benden. memet aliyle takılmaya başladılar. bende gıcık olsun diye ayşeye yanaşmaya çalıştım ama sallamadı beni ayşe. o da memet aliyi seviyormuş. dedim ben de memet aliyi sevsem ya ne güzel bir sınıf olurduk ama olmadı tabi.