gazozuna mahalle maçları yapardık küçükken. ama bazen, bazı mahallelerin takımları bize karşı kaybedince, gazozumuzu almazdı. biz kızar, tüm takım, mahallelerini basardık. elimizde televizyonda görüp, uydurmaya çalıştığımız molotof kokteylleriyle. yarısını içtiğimiz kola kutusuna, kolonya döküp, deliğe bir bez parçası sıkıştırıyorduk. mahalleye gidince de onu kaybeden takım oyuncularına atıyorduk.
hazırladığımız bu bileşimin işe yaramayacak olması gerçeğinden çok uzaktaydık belki bilinç olarak ama yine de 'bu mereti yakıp atıyorlar amua goym' diyen arkadaşımıza karşı da içimizdeki irlandalı payesini yapıştırmıştık.
biz o mahallenin çocuklarına molotof kokteyli atıyorduk çünkü onlar sözlerini tutmamışlardı. ama biz bunları yakıp atarsak çocuklar patlayabilirdi. yani öyle geliyordu. biz arkadaşlarımızı patlatacak kadar şerefsiz çocuklar değildik. içimizdeki hınca karşı direndik, piçleri korkutmayla yetindik.
bir gün, mahalle boyu molotof kovalamacasından, arkadaşım fikoyla eve dönüşte, kovaladığımız bir veledin iki adet abisiyle karşılaştık. ellerinde sopalar kapımızda sırılsıklam(ki hafif çiseliyordu yağmur, mübalağa ettiğim yok) bekliyorlardı. hava kararmak üzereydi, eve gecikme sınırının kenarındaydık.
bu adamlar ev tarafında beklediklerinden, eğer kaçacaksak , eve göre ters bir tarafa gidecektik. bu gidişler de atılan her adımın bir de geri dönüşü olduğundan, geçen zaman ikiyle çarpılmaktaydı, kalbimiz küt küt atarken. o heyecanda kurduğumuz bu mantıksal teoremin sebebi eve geç gidince evde bekleyen babanın elindeki sopanın yardırma kuvvetiyle, bekleyen iki veled abisi çocuğun kollarının kaldırma kuvvetinin denkliği sorunsalıydı. o yıllar da matematikte fırtınalar gibi esen ben, 15 saniyelik bir düşünce egzersizinin sonucunda problemi çözmüştüm. fikoya 'sen benim işaretimi bekle sonra bu herifler beni kovalamaya başlayınca bizim eve girip pederi çağır' dedim. fikodan biraz yana doğru uzaklaşıp abilere 'gelin lan sizden korkmuyorum' dedim. ama bir sorun nasıl dedim. cümlenin sonundaki korkmuyorumu öyle ciyaklayarak söyledim ki adamlar gülerek üstüme doğru gelmeye başladılar. ben koşarak bakkala girdim, abiler dışarıda beni bekliyorlar hesap ettiğim gibi sopalarla içeri giremediler. ama hesap edemediğim ben fiko ipnesi babamla beraber on kaplan gücünde yetişecek derken hayvan herif kendi evlerine gitmiş. bir beş dakika bakkalda zaman geçirdim bunlar gelicek diye. sakız alıyorum, sonra biraz dolanıp gofret alıyorum falan, bakkal işkillenip beni ordan siktiretti. sonra dışarı çıkınca abiler sopa kullanmadan saolsunlar beni üç beş tokat yardımıyla ağlattılar. sonra utancımdan eve hemen gidemeyip iyice geciktim. eve gittiğimde babam gecikme sınırımı geçmiş olduğumu nazik bir dille açıklayıp kaba bir kuvvet uyguladı, o da tokat yardımıyla. ama abilerin vurduğu yerde güller açmamış olsada suratım biraz uyuşmuş olduğundan babamın vurduğu tokatı pek hissetmedim.
ertesi gün uyandığımda aklımda sadece fikonun ağzına sıçmak vardı. evdeki kimseyle konuşmadan hazırlandım, kahvaltımı yaptım, okula gittim. sınıfa girer girmez fikoyu gördüm, benim sıramda oturmuş beni bekliyordu. yanına hızlıca gittim tam ana avrat küfretmeye kafa göz cenk etmeye başlıyacağım, bana aldığı çikolatayı uzattı. ülker çikolatalı gofret. o zamanlar en sevdiğimden. hiçbirşey yokmuş gibi aldım çikolatayı yedim. ikinci ders bedendi. aynı takımdan olmadık. maçta öyle bir daldım ki ite, iki gün gelmedi okula. muhaha, diye güldüm.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder